Ayşin Altuniç Güven: Hazırım, artık terfi edebilirim !...
Özel sektörün ülkemizde henüz tam olarak boy göstermediği ve "kurumsallık” kavramının pek kullanılmadığı yılları düşünelim. Şimdilerde olduğu gibi sayısız kademenin olmadığı, "şef” denildiğinde dizlerin titrediği yıllar.. 40 yaşına gelmiş yeni şef olmuş, 50’lerde müdür olur, e sonra da zaten emeklilik yolundaki son patikadaki yürüyüş başlar.
Ya şimdi öyle mi? Üniversite mezuniyetleri sonrası özel sektörde yerini alma şansını yakalayan gençlerin uzman olarak görevlerini yapma tahammülleri en fazla 1-2 yıl.. Akabinde hemen sorumlu/şef ve 3-4 yıl geçmeden müdür olmak istiyorlar. İstemekle de kalmıyor, "hak” görüyorlar. Çünkü etraflarına baktıklarındaki emsaller bu şekilde düşünmeleri için onları teşvik ediyor. İç ses hep aynı şeyi söylüyor "benim neyim eksik !?”
"Aman eğitimli çalışanı kaybetmeyelim !” paniğindeki şirketler ise, bir süre yönetici gelişim programlarıyla bu çalışanları oyalamaya çalışıyor (programlara karşı olduğum düşünülmesin), ama nihayetinde tehdit büyüyor, bayraklar iniyor ve atamalar ardı arkasına yapılıyor. Yeterli atama kadrosu yoksa da, geride kalanlar önce psikolojik olarak, sonra da fiziki olarak şirketi terk edip gidiyorlar.
Sonuç; değil bir takımı, bir kişiyi dahi iyi yönlendirebilme, yönetebilme, eğitebilme kabiliyetine vakıf olmayan hevesli, eğitimli, enerjik ama bir o kadar da yetersiz çaylaklarla dolu ara yönetim kadroları manzarası. Eksiklikleri yeterince kendilerine gösterilmemiş bu taze yöneticiler, gelişime açık bir çok yönleri olduğu halde, bu erken atama nedeniyle muhtemel başarısızlığa itilmiş oluyorlar.
Bunun suçunun nerede ve kimde aranması gerektiği sorusunun yanıtı ise çok bilinmezli denklem gibi...
En büyük problemlerden birinin çalışana "ayna tutamamak” olduğunu söylemek ise mümkün. Yöneticiler, çalışanlara geri bildirimde bulunmayı, yeteneklerini, eksiklerini, kapasitelerini, hatalarını.. sözün özü; "gerçekleri” söylemeyi bilmiyorlar. Çünkü çalışanlarını onlara anlatabilecek kadar gözlemlemiyor, derinlemesine iletişim kurmuyor ve onlarla ilgili oturup odaklanarak düşünmüyorlar. Son tahlilde, bir çok yöneticinin çalışanlarıyla ilgili öyle çok da bir fikri maalesef yok!
Çalışanlarıyla ilgili şöyle/böyle fikir sahibi olan yöneticiler ise, nasıl başlatacaklarını, nasıl sürdüreceklerini ve nasıl sonlandıracaklarını bilemedikleri bu görüşmelerden korkuyor, ayakta tutamama endişesi duydukları motivasyon kavramı nedeniyle, iş operasyonunun hızını yavaşlatacak manevralar yapmaktan şiddetle kaçınıyorlar.
Bir çok yönetici; "Motivasyonu bozulursa işler yarım kalır!”, "Yüzü düşmüş çalışan görmek istemiyorum!”…. "Eksik kadrom var!”, "Yenisine öğretmem daha zor!”, "Yılların personeli, çok da sadık!”, "Bu eğitim alt yapısında az çalışan var!”, "Zaman yaratamıyorum!”… ve daha nice mazeretle çalışanlarıyla açık sözlü görüşmeler yapamıyorlar. Hal böyle iken çalışan duymadığından kendini sorumlu tutmuyor, kendini beğeniyor ve terfiye hazır hissediyor.
Çalışanların bitmeyen ve bitmeyecek taleplerine yönelik en optimum çözümlemeler, en doğru zamanda yapılmak isteniyorsa, onlarla biraz daha fazla "kaliteli” zaman geçirmeye özen gösterilmeli. Açık sözlü, cesaretli ve yol gösterici olunmalı...
İki seçenek var; Ya kendilerini 5 karış daha uzun gören çalışanların talepleri/restleri veya tehditleri ile mücadele edilmek zorunda kalınacak,
Ya da sandıkları gibi değil, aslında nasıl oldukları konusunda ikna edilecekler ve olmaları gereken noktaya ulaşmaları için onlara yöneticileri tarafından samimi ve içten bir yönderlik yapılacak...
Kurumlarda yöneticilerin hangi kademede olursa olsun ne kadar mühim olduğu ve kurumsal başarıya giden yolda lokomotif görevi gördüklerini düşünürsek, taze yöneticileri de doğru zamanlamalarla atamanın önemini bir kez daha düşünmekte fayda var sanıyorum.
Tüm yöneticilere kolaylıklar…
Ayşin Altuniç Güven