Hanri Benazus: Atatürk’e Rakısını Leblebisiz İçiren Çocuk
Kaç yıldır yazıyorsunuz? Yazarlık tutkusu nasıl başladı? Kaç kitabınız oldu?
Kendimi bildiğimden beri, kendimce bir takım karalamalar yapardım. Ancak bunları bir düzene koymam ve başlarda amatörce de olsa bir yayın noktasına getirmem 1980 yıllarının başlarını bulmuştur.
Çevrem, dost ve yakınlarım hep bilirler. Kimi zaman yolda, kimi zaman bir toplantıda cebimde taşıdığım kalemi çıkarır ve bir küçük kağıda bir şeyler karalar dururum. Bu durum tahminen 17,18 yaşımdan beri, benim alışkanlığa dönüşen bir yanım.
Kağıda döktüğüm bu karalamalar, genellikle o an aklıma geliveren ya da çevremin etkisi ile bende yansımasını bulan duygu ve duyuşların az ve öz kelimelerle anlatımlarıdır. Bu uygulamam, o sihirli anın geçişi ile kelimelerde şekillenen "Özdeyiş”lerin de kaybolmasına karşı bulduğum yoldur.
Çoğu zaman da bu "Özdeyiş” halindeki cümleler, yeni yazacağım kitapların da ilham kaynağını oluştururlar. Böylece, bu tek satırlık cümleler, sayfalar dolusu düşüncelerin üretilmesinde çok büyük bir etkinlikler sağlamaktadır.
Şu ana kadar yayınlanmış kitaplarımın sayısı 55’i bulmuştur. Kitaplarımda işlediğim ana tema çoğunlukla; insan ve insan denen sorunlar yumağının ilmikleri arasında geçmektedir. Bu arada yakın tarihimiz ve özellikle Atatürk, Atatürkçülük ve Ulusal Kurtuluş Savaşımız en büyük araştırma konularımın arasında yer almaktadır.
Eserlerim, özellikle gençliğe gerekli mesajları iletecek ve üzerinde huzurla yaşadığımız bu memleketimizin hangi badirelerden geçtiğini ve bu memleketin kurtuluşu için ne kanlı bedeller ödendiğini belgelere dayalı olarak görecekler ve üzerinde yaşadıkları bu memleketin değerlerine daha güçlü bir şekilde sarılacaklardır.
518 yıldır İzmir Sevdalısı
İzmir sevgisi insanın teni gibi kendisi ile asla ayrılmaz bir bütündür. Bilmiyorum, belki de 518 yıllık bir İzmir kökenli ailenin çocuğu olmaktan, belki de kendimi bu şehirle bütünleşmiş olarak görmekten ileri gelen bir "İzmir fanatikliği” tarafım hep vardır.
Eski iş hayatım sebebiyle yüzlerce defa yurt dışına seyahat etmiş bir insanım. Yalnız Amerika Birleşik Devletleri’ne 49 kez gitmiş olmam buna bir ölçüt getirir.
Bana soracak olursanız dünyanın hiçbir kentini İzmir ile kıyaslamam, kıyaslamaya kalkanı da bir türlü anlayamam.
Bir maça gidip öncelikle sevdiğiniz takımın ya da herhangi bir İzmir takımının maçını fanatikçe seyretmenin, orada her hafta alışageldiğiniz tanış güzlerle selamlaşmanın, atılan bir golün ardında hiç tanımadığınız bir insanla kucaklaşmanın, beraberce tezahürat yapmanın, Kemeralatı’nı dolaşmanın, kalabalığına karışmanın, insanlara çarpa çarpa yürümenin, bir Sefer Usta’nın o bir buçuk adımlık dükkanına uğrayıp kaymaklı kazandibini kaşıklamanın, Mezarlıkbaşı’nda Köfteci Emin’in sorusuna, "Ne ka ekmek, o ka köfte” deyip, ekmek arası köfteyi bol soğanlı yemenin, Hisarönü’ne gelip Mennan’ın dondurmasını yalamanın, akşam vakti İkinci Kordon’da Ömer Ağa’ya uğrayıp salebi yudumlamanın, gece vakti Karşıyaka’da sıcak lokma yemenin ve buna benzer nice tutkuların dünyada bir başka benzerini bulmam mümkün mü ki? Hele hele bir Kordon Boyu sefasını yaka, bağır açık imbata karşı yapmanın hazzını hangi memlekette bulabilirsiniz?
Atatürk Tutkusunun İlk Kıvılcımı
Tüm Türkiye bilir ki ben tam manası ile bir "Atatürk Fanatiği” ve bir "Atatürkçülük” doktrineriyim. Bu konuda hiçbir kimse ile bu konuda tartışmaya da, değerlendirmeye de girmem.
Yaşım 75, bu yaşa kadar hayatımın hiçbir devresinde hiçbir kimse beni bu anlayışımdan çeviremedi. Zaten hiçbir kimse değiştirme girişiminde dahi bulunamadı.
Yaşamında sevgiyi, hoşgörüyü kendime bir hayat felsefesi yapan, anlayışı, uyumu, paylaşımı ön planda tutan ben, konu "Atatürk ve Atatürkçülük” olunca, dünyanın en anlaşmaz, en hoşgörüsüz ve katı insanı kesilirim.
Doğaldır ki birçok insan bu duygularımın kaynağını merak eder. Evet, bu konuda iki miladım vardır. Birincisi 9 Ekim 1937 tarihinde Aydın’ın Ortaklar Kazası (O zamanlar küçük bir köydü) Atatürk’ün Ege Manevralarını izleme sebebiyle gelişiyle başlar.
Karşılamaya çıkan İstasyon Müdürü, Muhtar, İmam ve İncir Kooperatifi Katibi olan babamın eline nasıl yapıştığımı, nasıl onunla Atatürk’ü karşılamaya çıktığımızı ve ardından da nasıl babamın elinden kaçıp Atatürk’ün yanına gittiğimin anısı bende "Atatürk Tutkusunun” ilk kıvılcımını çakmıştır.
Hele hele ardından Atatürk’ün beni elinden tutup trenine bindirmesi ve benim ona getirilen rakısının yanındaki leblebilerini yemem, zannedersem memleketimizde, şu anda yaşayan 70 milyon insan arasında beni ayrıcalıklı kılmaktadır.
İkinci miladım ise artık kendimi bilmeğe ve tanımağa başladıktan sonra Atatürk’ün "Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünün bana bir yandan verdiği yükümlülük, bir yandan da beni ve benim gibilerine "Azınlıktan-Vatandaşlık”a geçiş hakkını verişi ve kendimi tam ve eksiksiz bir Türk olarak benimsememi sağlamasıdır.